BİRİNCİ BÖLÜM PEYGAMBERLİK VE PEYGAMBELER
BİRİNCİ BÖLÜM PEYGAMBERLİK VE PEYGAMBELER
HZ. ADEM (A.S.)
A. Peygamberlerin Görevleri
Peygamberlerin görevi,
tek cümle ile, insanları Allah’ın yoluna çağırmak suretiyle, onları küfrün
karanlığından kurtarıp İslâm’ın aydınlığına çıkarmaktır. Onların bu görevini,
yürüttükleri faaliyetin alanları bakımından altı madde hâlinde ele almak
mümkündür: [1]
1. İnsanları Sâdece Allah’a Kulluğa Çağırmak
Peygamberlerin temel
görevi, insanları sâdece Allah’a kulluğa çağırmak ve onları kendiliklerinden
uydurdukları sahte ilâhlara tapmaktan uzaklaştırmaktır. Toplumları, her türlü
sapıklıklardan, ahlâksızlık ve kokuşmuşluklardan temizlemektir. Peygamberlerin
bu vazifesi, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle açıklanmıştır:
“Ey Muhammedi
Biz, senden önce hiç bir peygamber göndermedik ki, ona, ‘Ben’den başka hiç bir
ilâh yoktur, o halde sâdece bana ibâdet edin!’ diye uahyetmiş olmayalım.”[2]
“Şüphesiz ki, her
ümmete, ‘yalnız Allah’a kulluk edin, her azdıncıdan kaçının,’ diyen bir
peygamber gönderdik.[3]
Bu konuyu, az sonra
peygamberlerin davetinin özellikleri başlığı altında biraz daha geniş bir
çerçevede ele alacağız. [4]
2. Allah’ın Emirlerini İnsanlara Tebliğ Etmek
Allah’ın insanlara
büyük bir ihsanı olan peygamberler, insanların hidâyet ve kurtuluş
rehberleridirler. Onlar, Allah’ın e-mirlerini insanlara tebliğ etmişler, bu
sayede ümmetlerini, putperestlik ve her çeşit şirkin pençesinden kurtararak
hidâyete ulaştırmışlardır:
“O peygamberler,
Allah’ın emirlerini insanlara tebliğ ederler; sâdece Allah’tan korkarlar ve
O’ndan başka hiç bir kimseden korkmazlardı. Hesap görücü olarak Allah yeter. [5]
“Ey Peygamber!
Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, Allah’ın elçiliği
görevini yerine getirmemiş olursun. Allah, seni insanlardan korur. Şüphesiz ki
Allah, kâfirler topluluğunu hidâyete erdirmez.[6]
3. İnsanları Karanlıktan Aydınlığa Çıkarmak
Peygamberlerin tamamı,
insanları Allah’ın gönderdiği ortak adı İslâm olan Sırât-ı Müstakîm’e
çağırmışlar, kendilerine inananları karanlıklardan aydınlığa çıkarmışlardır.
Bu gerçek, bâzı âyetlerde şöyle ifade edilmiştir:
“Peygamberleri,
emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık. Onlara hayırlı işler yapmayı,
namazı dosdoğru kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik. Onlar ancak Biz’e ibâdet
eden kimseler-di.[7]
“Şüphesiz Musa’yı
mucizelerimizle gönderdik. Ona şöyle dedik: Kavmini karanlıklardan aydınlığa
çıkar; onlara Allah’ın (geçmiş kavimlerin başlarına gelen) hâdiseli günlerini
hatırlat. Şüphesiz ki, bunda her sabredip şükreden için nice ibretler vardır.[8]
“Ey Muhammedi
Biz, seni şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Ve izniyle, Allah’a
dâvetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik. “[9]
İnananların dostu
Allah, inkâr edenlerin dostları ise şeytan ve yandaşlarıdır. Yüce Allah, bu
dostlarını elçileri olan peygamberleri vasıtasıyla karanlıktan aydınlığa
çağırmıştır:
“Allah, inanç
sahiplerinin dostudur, onlan koyu karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Hakikati
inkâr eden kâfirlerin dostları ise onları aydınlıktan çıkarıp zifiri karanlığa
iten şeytânı güçlerdir, içinde yaşayıp kalmak üzere ateşe mahkum olanlar, işte
bunlardır.[10]
4. İnsanlara Örnek
Olmak
Bütün insanlar
tarafından örnek alınması gereken Peygamberler, iman edenler için uyulması
mecburî olan en güzel örneklerdir. Kurtuluşa ermek, onları örnek alıp, onlar gibi
inanmaya ve onlar gibi yaşamaya bağlıdır. Yüce Allah insanlara, her hususta
peygamberlere uymayı emretmiştir. Çünkü onlar, inanç ve yaşayış bakımından, en
mükemmel insanlardır. Allah, bütün insanlar için hidâyet rehberi olarak seçtiği
peygamberleri her türlü çirkinliklerden korumuştur:
“Andolsun,
Allah’ın Rasülü’nde, sizin için, Allah’ı ve âhireti arzulayan ve Allah’ı çok
anan kimseler için, uyulacak en güzel bir örnek vardır. [11]
“İşte bu
peygamberler, Allah’ın hidâyete erdirdiği kimselerdir. Sen de, onların doğru
yoluna tâbi ol.”[12]
5. İnsanlar Arasında Adaleti Tesis Etmek
Zulüm ve
haksızlıkların yayılması, insanlığın felâketine yol açan bir durumdur.
Yeryüzünde zulüm,, genellikle toplumdaki hâkim sınıfın bozulmasıyla
yaygınlaşmış, adaletin bütünüyle ortadan kalkması ve zulmün şiddetlenmesi ise
toplumların sonunu getirmiştir. İnsanlık tarihi, bu yüzden uğranılan ilâhî cezaya
pek çok kere şahit olmuştur. Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Ke-rim’inde, bu tehlikeye
şöyle işaret etmektedir:
“Bir toplumu
helak etmeyi istediğimiz zaman, o toplumun lüks ve refaha gömülmüş seçkinlerine
son uyarılarımızı yaparız ve eğer onlar buna rağmen günahkârca yaşamaya devam
ederlerse, azap hükmü artık o toplum için kaçınılmaz olur ve biz de onu
darmadağın ederiz. Nuh’tan bu yana, biz, böyle nice toplumları yok ettik!
Çünkü kullarının günahlarını bütünüyle görüp haberdar olmakta rabbin gibisi
yoktur.”[13]
Toplumların felâketini
beraberinde getiren zulüm ve haksızlıkların giderilmesi, toplumda adaletin
sağlanması ve bu sayede fakir ve zayıfların haklarının korunmasıyla mümkün
olur. Azgın günahkarların ve zâlim idarecilerin vereceği zararlar, ancak âdil
bir idarenin kurulmasıyla giderilebilir. Gerçekten âdil bir idare ise sâdece
peygamberler ve onları örnek alan mü’min yöneticiler tarafından kurulabilir.
Çünkü gerçek sosyal adalet, ancak Allah’ın peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği
kurallarla tesis edilebilir. Kur’ân-ı Kerim, bu gerçeği şöyle açıklar:
“Şüphesiz her
ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri onlara geldiğinde aralarında
mutlaka adaletle hükmolunur ve onlara zulmedilmez. “[14]
“Doğrusu, daha
önce de peygamberlerimizi, bu hakikatin bütün delilleri ile gönderdik. Ve,
onlar vasıtasıyla kitabı indirdik ve böylece doğru ile eğriyi tartabilmeniz
için size bir terazi verdik ki, insanlar adaletle davranabilsinler. “[15]
Bu âyetlerden
anlaşıldığı gibi, peygamberlerin en Önemli görevlerinden biri, ırk, mevki ve
asalet durumlarına bakılmaksızın insanları eşit kabul eden ve onlara eşit
davranan âdil bir idarenin kurulmasıdır. Yüce Allah, sâlih kulların iktidara
gelmesi durumunda tesis edecekleri bu düzen hakkında şöyle buyurmuştur:
“(O yardıma lâyık
olanlar ki), onları yeryüzünde iktidara ge-tirsek dahi, namazlarım dosdoğru
kılmaya devam ederler, arınmak için verilmesi gereken zekâtlarını verirler,
iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Ama yine de işlerin sonucu Allah’a
kalmıştir.»[16]
Peygamberler ve onları
örnek alan idareciler, toplumda a-dâletin tesisi için çalışmışlardır. Kişisel
ve sosyal hayatı, kendilerini ve yakınlarını kayıran veya durumlarına göre
insanları sınıflara ayıran kanunlarla değil, insanlar arasında adaleti emreden
Allah’ın gönderdiği kaide ve kurallarla düzenlemişlerdir. Sonunda Allah’ın
dinini hakim kılarak adaleti sağlamışlar, yeryüzünde huzur ve mutluluğu temin
eden âdil ve faziletli bir düzen kurup zulüm ve kötülükleri ortadan
kaldırmışlardır. Bu mutlu sonuca ulaşmalarında, Allah’ın yardımı onlarla
birlikte olmuştur. Bu ilâhî yardım, Allah’ın dinine sahip çıkanlar için
Kıyamete kadar devam edecektir. Kur’ân-ı Kerim, bu hakikati şöyle dile getirir:
“Allah, içinizden
iman edip sâlih amel işleyenlere, kendilerinden önceki sâlih kimseleri iş
başına getirip egemen kıldığı gibi, onlan da mutlaka yeryüzünde hâkim
kılacağına ve kendileri için seçip razı olduğu dinlerini kuvvetle
kökleştireceğine ve çektikleri korkularından sonra onları mutlaka güvenli bir
duruma kavuşturacağına kesin bir vaadde bulunmuştur. Çünkü onlar, yalnız bana
ibadet ederler ve hiç bir şeyi bana ortak koşmazlar. Artık bundan sonra, kim
inkâr ederse, işte onlar/âşıkların tâ kendileridir. “[17]
“Gerçek şu ki,
hakikati inkâr edenler her zaman şöyle derler: ‘Eğer atalarımızdan bu yönde
bir gelenek devralmış olsaydık, kesinlikle Allah’ın hâlis kullan olurduk!’ Ama,
ilâhî kitap gelince de onu inkâr ettiler; ancak onlar yakında reddettikleri
şeyin ne olduğunu bileceklerdir. Şüphesiz ki, bizim, peygamber olarak
gönderdiğimiz kullarımıza çok önceden verilmiş bir sözümüz vardır: Kendilerine
mutlaka yardım edilecektir ve sonunda galip gelecek olan mutlaka bizim ordumuz
olacaktır.[18]
“Ey iman edenler!
Eğer siz, Allah’ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve
ayaklarınızı sabit kılar.”[19]
Allah’ın yardımına hak
kazanan böyle bir toplumda her yetkili, âdil davranmak, Allah’ın hakkını bütün
hakların önüne alarak yakınlarının aleyhine de olsa doğruyu söylemek durumundadır:
“Ey iman edenler!
Şahsınızın, ana-babanızın ve akrabalarınızın aleyhine de olsa, Allah rızası
için doğru şahitlik yaparak adalet üzere olun. O kişi zengin de olsa, fakir de
olsa, Allah’ın hakkı onların her birinin hakkının önüne geçer. Öyleyse, kendi
boş arzu ve heveslerinize uymayın ki, adaletten uzaklaşmayası-nız. Çünkü, eğer
hakikati çarpıtırsanız, bilin ki, Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.[20]
6. İnsanları Ahirete İmana Çağırmak
Peygamberler, vahiy
yoluyla aldıkları gaybî bilgiler sayesinde ölüm sonrası hayatı anlatarak,
insanları, geçici dünya hayatına aldanmaktan kurtulup akıl yoluyla bilinmesi
mümkün olmayan bu asıl hayata hazırlık yapmaya çağırmışlardır:
“Ey cin ve insan
topluluğu! İçinizden, size âyetlerimi okuyan ve sizi bu hesap gününüze
kavuşacağınız hususunda uyaran . peygamberler gelmedi mi? Onlar, kendi
aleyhimize şahidiz, derler. Dünya hayatı onları aldattı ve kendi nefisleri
aleyhine kâfir olduklarına dâir şahitlik ettiler. Bu böyledir. Çünkü rabbin,
bir ülkeyi, halkı habersiz iken haksız yere helak edici değildir.”[21]
Peygamberler, Ahiret
yurdunu anlatarak, insanların gayretini, fânî dünyadan asıl ve sonsuz hayata
çevirmeye çalışmışlardır:
“Bu dünya hayatı,
eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Şüphesiz asıl hayat, Ahiret yurdundadır.
Keşke bilselerdi!’[22]
“Bilin ki, dünya
hayatı sâdece bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir övünme vesilesi, mal
ve evlatların çoğalmasından ibarettir. Bu bir yağmura benzer ki, bitirdiği
bitki, çiftçilerin hoşuna gider, sonra o bitki kurumaya yüz tutar, bir de
bakarsın ki, sapsarı kesilmiş, daha sonra da çer çöp haline gelir. Ahirette ise
ya şiddetli bir azap yahut Allah’ın bağışlaması ve rızası vardır. Dünya hayatı
aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.[23]
B. Peygamberlik Görevi İlahî Bir Mevhîbedir
Peygamberlik görevi,
ilâhî bir lütuf ve rabbani bir mevhîbe-dir. Allah Teâlâ, bu makamı, kullarından
dilediğine bahsetmiştir. Hiç bir kul, kendi çalışmasıyla peygamberlik makamına
ulaşamaz. Ne kadar çok ibâdet ve tâatta bulunursa bulunsun netice değişmez. Bu
makam, verasetle veya güç ve kuvvetle de elde edilemez. Çünkü bu görev,
Allah’ın bir lütfudur. Yüce Allah, kullarının içinden en faziletlilerini
peygamber olarak seçmiştir. Bu gerçek bâzı âyetlerde şöyle ifâde edilmektedir:
“İşte bu
peygamberlik, Allah’ın fazlı ve inayetidir. Onu dilediğine verir, Allah, büyük
lütuf sahibidir.[24]
“Allah
meleklerden de elçiler seçer insanlardan da. Şüphesiz Allah işitendir,
görendir.”[25]
“Doğrusu onlar,
bizim katımızda seçkin iyi kimselerdendirler.”[26]
Dünya nimetlerini
kullarına taksim eden Cenab-ı Hak, mal ve makamlardan çok daha yüce olan
nübüvvet makamını da istediğine vermiştir.
“Onlara bir âyet
geldiğinde, Allah’ın elçilerine verilenin benzeri bize de verilmedikçe
kesinlikle inanmayız dediler. Allah, peygamberliğini kime vereceğini daha iyi
bilir. Suç işleyenlere yapmakta oldukları hilelere karşılık Allah tarafından
hem bir horluk hem de çetin bir azap isabet edecektir.[27]
C. Peygamberler Melek Değil İnsandır
Her hususta insanlara
rehber ve örnek olan peygamberler, insanlar arasından seçilmişlerdir. Bütün
peygamberler bizim gibi birer insandır Topraktan yaratılan ilk insan olan Hz.
Âdem ve babasız dünyaya getirilen Hz. İsa istisnâsıyla, hepsi de bir ana ve bir
babadan doğmuşlardır. Onlar da yerler İçerler, uyurlar uyanırlar, evlenip
çoluk çocuk sahibi olurlar. Çalışıp çabalarlar, diğer insanlar gibi çeşitli
sıkıntı ve hastalıklarla karşılaşırlar. Peygamber olmaları, bu hususlarda
onlara insan üstü özellikler kazandırmaz; veya onları ilâhlık ya da yarı
ilâhlik mertebesine çıkarmaz.
Peygamberlerden
yeterince istifade edebilmek için, onlarla hem cins olmak ve her şeyde onlarla
beraber olabilmek gerekir. Eğer, müşriklerin istediği gibi, insanlar arasında
görev yapan peygamberler melekler arasından seçilmiş -olsaydı, insanların melek
peygamberlerle birlikte olmaları ve davranışlarında onları örnek almaları asla
mümkün olmazdı. O takdirde insanlar, “Allah’ın bize gönderdiği elçiler,
tâbi olmamızı istediği peygamberler bizim cinsimizden değiller. Tabiatlarımız
farklı, onlar yaratılış itibariyle bizlerden üstün. Amel bakımından da öyle
olmaları normaldir. Onlar temiz ve itaatkârdırlar, dâima duâ ve ibâdet
halindedirler, biz asla onlar gibi yapamayız.” derlerdi. Bu sözlerinde de
haklı olurlardı; çünkü Cenab-ı Hak, meleklerin sürekli ibâdetle meşgul
olduklarını şöyle açıklamıştır:
“Çünkü göklerde
ve yerde var olan her şey O’nundur, O’nun yanında yer alan melekler, O’na kulluk
etmekte asla ne kibre kapılırlar ne de usanç duyarlar. Onlar, gece-gündüz
bıkmadan yorulmadan Allah’ı teşbih ederler, hiç ara vermezler.[28]
Melekler, yemezler
içmezler, şehvetleri ve kötülüklere meyilleri yoktur. Bu bakımdan insanların
davranışlarında meleklere uyması mümkün değildir. Diğer taraftan peygamberler
melek olsaydı, aslî suretleriyle geldikleri takdirde insanlar onların
heybetinden korkardı. Nitekim, sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), bir gün Hıra
mağarasından döndüğü sırada, yeri-göğü kaplamış bir vaziyette karşısına çıkan
vahiy meleği Cebrail’i aslî suretiyle görünce ürpermiş, peygamber olmasına
rağmen büyük bir heyecana kapılmıştı. Melekler insan suretinde geldikleri
takdirde ise, insanlar, bu defa onlardan şüphe duyarlar, onlara inanmaktan.
kaçınırlardı.
Bu gerçeklere rağmen
küfür ehli, her defasında, insan oldukları bahanesiyle kendilerine gönderilen
peygamberlere karşı çıkmış, bir insanın hiç bir zaman peygamber olamayacağını
iddia etmiştir. Bu yüzden, ne zaman bir peygamber gönderilmişse, onun da
kendileri gibi etten ve kemikten ibaret bir insan olduğunu, yiyip içtiğini,
çoluk çocuk sahibi olduğunu ileri sürerek ona inanmaktan kaçınmışlar ve ona
düşman kesilmişlerdir. Peygamberlerin melek olması gerektiğini veya
insanlardan olacaksa meydana gelecek hadiseleri önceden bilen ve istediğini
yapabilen insan üstü güçle donatılmış biri olmasının şart olduğunu iddia
etmişlerdir. Onların bu yanlış düşüncesi, bâzı âyetlerde şöyle ifade
edilmektedir:
“Mekke müşrikleri
şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber ki, yemek yiyor, çarşılarda geziyor!
Kendisine bir melek indirilip de, onunla birlikte uyarıcı olsaydı ya! Yahut
kendisine gökten bir hazine indirilse veya bir bahçesi olsa da oradan yese ya![29]
Hüd’un (a.s.) kavmi de
şöyle karşı çıkmıştı:
“Kavminden,
kendilerine dünya hayatında bol nimet verdiğimiz o inkâr eden ve Ahiret
hayatına kavuşmayı yalanlayan eşraf takımı dedi ki: Bu da sizin gibi bir
insandan başka bir şey değildir. Sizin yediğinizden yiyor, sizin içtiğinizden
içiyor. Eğer sizin gibi bir insana itaat ederseniz, o takdirde siz, mutlaka
ziyana uğrayanlardansınız demektir.[30]
Peygamberlerin melek
olması veya insan üstü güçlerle donatılması gerektiğini iddia eden müşriklere
karşı Cenâb-ı Hakk’in cevabı ise şöyle olmuştur:
“Ona, bir melek indirilseydi
ya dediler. Eğer bir melek indirmiş olsaydık, iş bitirilmiş olurdu. Artık
onlara hiç mühlet verilmezdi. Eğer peygamberi melek yapsaydık, onu, yine insan
suretinde kılardık. Onlan yine düştükleri şüpheye düşürürdük. [31]
Âyet-i kerimede
belirtildiği gibi, peygamber melek olsaydı, dini insanlara anlatabilmesi ve
onlarla birlikte oturabilmesi için insan suretinde gelirdi. Zira, her cins,
hemcinsine ülfet eder ve onunla birlikte bulunmaktan sıkılmaz. Diğer
varlıklardan ise kaçar. Bu bakımdan, insanlara önderlik yapacak peygamberlerin
yine onlardan biri olması gerekirdi. Çünkü peygamberlerin görevi, sâdece
Allah’ın mesajını, kullara ulaştırmaktan ibaret değildir. Ümmetlerini
kendilerine gönderilen kurallara göre ıslah etmek, toplumda Allah’ın emir ve
yasaklarını uygulamak da onların aslî vazifesidir. Her peygamber, bu kuralların
nasıl tatbik edildiğini bizzat kendisi göstermiştir. Ümmetlerinin her türlü
sorularını dikkate alarak, dinin doğru öğrenilmesini sağlayacak açıklamaları
yapmıştır. Allah’ın mesajına karşı çıkan müşriklerle mücâdele etmiş, onların
her türlü kötülüklerine karşı direnmiş ve zorlu bir vazife icra etmiştir.
Halbuki bir melek, bunları yapamazdı. Onun işi, sâdece mesajı ulaştırmaktan
ibaret kalırdı. İnsanlar arasında, onlar gibi yaşayıp, insanların hayatını
ıslah etmek bir meleğin vazifesi olamazdı. Meleğin, peygamberliği; ancak
hemcinsleri melekler için olabilirdi. Nitekim Allah Teâlâ, yeryüzünde melekler
yaşasaydı, peygamberlerin de onlardan seçileceğini beyan etmiştir:
“İnsanlara
hidâyet geldiği zaman, onların iman etmelerine engel olan sebep, sâdece, ‘Allah
bir insanı mı peygamber gönderdi?’ demeleridir. Ey Peygamberi De ki:
Yeryüzünde huzur içinde dolaşan melekler olsaydı, elbette biz, onlara peygamber
olarak gökten bir melek gönderirdik.[32]
İnsanlardan bir kısmı
da, peygamberlerinin ölümünden sonra peygamberlik inançlarını tahrif ederek,
onların insan olamayacağını iddia etmişlerdir. Yaptıkları önemli işlere
bakarak peygamberlerinin normal insan olamayacağından hareketle, onlara
ulühiyet isnâd etmişler; hatta bâzıları, yahûdîler ve Hıristi-yanlarda olduğu
gibi, peygamberlerinin Allah’ın oğlu olduğunu ileri sürmek suretiyle şirke
düşmüşlerdir. Yüce Allah, bu iki toplumun sâdece peygamberlerini değil,
onlarla birlikte din adamlarını da ilâh edinerek düştükleri büyük hatâyı şöyle
açıklamaktadır:
“Yahûdîler,
‘Özeyir Allah’ın oğludur’ dediler. Hıristiyanlar da, İsa Mesih Allah’ın
oğludur’ dediler. Bu, onların, ağızlarında geveledikleri sözlerdir. Onlar, bu
sözlerini kendilerinden önceki kâfirlerin sözlerine benzetirler. Allah, bunları
kahretsin. Nasıl da uyduruyorlar?
Onlar, hahamlarım,
papazlarını ve Meryem oğlu İsa Mesih’i, Allah’tan başka ilâhlar edindiler.
Halbuki onlar, ancak bir olan ve kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a ibâdet
etmekle emrolun-muşlardı. Allah, onların koştukları ortaklardan münezzehtir.[33]
D. Peygamberlik Görevi Sadece Erkeklere Verilmiştir
Peygamberlik, büyük
mücâdele ve üstün sabır isteyen bir görevdir. Bütün peygamberler, büyük
zorluklarla yüz yüze gelmişler, bu önemli görevlerini yürütürken her türlü
sıkıntıya mâruz kalmışlardır. Bu yüzdendir ki, Allah Teâlâ, kadın tabiatının
kaldıramayacağı ağırlıkta bir yük olan peygamberlik görevini yalnızca erkeklere
vermiştir. Bu hususta şöyle buyurmaktadır:[34]
“Biz, senden önce
de, kendilerine vahiy indirdiğimiz erkeklerden başkasını peygamber olarak
göndermedik. Eğer bilmiyorsanız bilenlerden sorunuz.[35]
“Ey Muhammedi
Biz. Senden önce de şehirler halkından kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden
başkasını peygamber olarak göndermedik.[36]
E. Peygamberlik Maddî Güç Ve Varlıkla Alâkalı Değildir
İnkarcılar,
peygamberlerin melek olması gerektiği iddiasıyla kalmamışlar, bu itirazlarının
bir çare olmadığını gördükten sonra, bu defa, kendilerine gönderilen peygamberlerin
sıradan insanlar olduğunu bahane göstererek, ancak güçlü ve zengin şahısların
peygamber olabileceğini ileri sürmüşlerdir. İnkârlarını devam ettirebilmek için
bu bahaneye sarılmışlardır. Nitekim önceleri bir insanın peygamber olmasına
akıl erdiremeyen Mekke müşrikleri, daha sonra da şayet bir insan peygamber
olacaksa, o insanın zengin ve güçlü biri olması gerektiğini iddia ederek Hz.
Peygamber’in risâletini inkâra devam etmişlerdi. Onlar toplumun zenginlerinden
olmayan bir şahısa peygamberlik verilmesini bir türlü anlayamıyor ve bunu
kabullenmek istemiyorlardı. Onlara göre peygamberlik bir insana verilecekse,
hem zengin hem de şehrin liderlerinden olan bir şahsa verilmeliydi. Hatta
onlar, bu makam için Mekke zenginlerinden Velid b. Muğire ile Tâif
zenginlerinden Mesud b. Amr es-Sakafî’yi düşünüyorlar ve peygamberliğin
Abdullah oğlu Muhammed’e değil bu iki şahıstan birine indirilmesi gerektiğini
söylüyorlardı.[37] Cenab-ı Hak, onların bu
yanlış düşüncesine işaret ederek, rahmetini insanlar arasında kendisinin
paylaştırdığını ve dilediği insanları peygamber seçtiğini açıklamıştır:
“Ve dediler ki:
Bu Kur’ân iki şehirden bir büyük adama indirilseydi ya? Rabbinin rahmetini
onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında
biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için, kimini ötekine
derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden
daha hayır-lıdır.[38] Firavun ve adamlarının Musa ve Harun’a
(a.s.) tepkisi de şöyle olmuştu:
“Sonra Musa ve
kardeşi Harun’u, Firavun ve ileri gelen a-damlarına âyetlerimizle ve apaçık bir
delille gönderdik. Onlar ise, büyüklük tasladılar ve böbürlenen bir topluluk
oldular. ‘Şu iki a-damın kavmi bize kölelik ederken, şimdi biz kalkıp, bizim
gibi iki insana mı inanacağız.’ dediler. Onlan yalanladılar ve helak edilenlerden
oldular.[39]
F. Peygamberler Gaybı Bilemezler
Gaybı bilmek ve bildirmek
sâdece Allah’a mahsustur.[40] Ancak
Yüce Allah, peygamberlerine gaybe dâir bâzı konular hakkında sınırlı bilgiler
vermiştir. Peygamberlerin gayb alemiyle ilgili olarak insanlara ulaştırdıkları
haberler, kendilerine verilen bu sınırlı bilgilerden ibarettir.
“Gaybı O (Allah)
bilir, gaybı kimseye göstermez. Ancak peygamber olarak seçtiği kimse, bu
hükmün dışındadır. Çünkü Allah, seçtiği peygamberin önüne ve ardına gözetleyid
koyar.[41]
Bir askerî sefer
esnasında Rasülullah(s.a.v.)’ın devesi kaybolmuştu. Bunun üzerine bir münafık,
“Muhammed, peygamber olduğunu iddia ediyor; size gökten haberler veriyor;
ama kendi devesinin nerede olduğunu bilmiyor.” dedi. Durum kendisine
bildirilince, Sevgili Peygamberimiz, kendisinin doğrudan gaybı bilmesinin
mümkün olmadığım ve ancak Allah’ın haber vermesiyle bu hususta bazı şeyleri
öğrendiğini şöyle açıkladı:
“Andolsun ki ben,
(gayb ile ilgili olarak) Allah’ın bana bildirdiğinden başkasını bilemem.[42]
G. Her Millete Peygamber Gönderilmiştir
Allah Teâlâ, insanları
hidâyete ulaştırmak için, çok sayıda peygamber göndermiştir. Doğru yoldan
sapanları tekrar tekrar hak yola çağırmak ve onları peygambersiz bırakmamak
suretiyle, onların Kıyamette küfürlerini savunmak için gösterebilecekleri
mazeretleri bütünüyle ortadan kaldırmıştır. Kur’ân-i Kerim, bu hususu şöyle
açıklamaktadır:
“İnsanlar tek bir
ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi.
İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için,
onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak kendilerine
kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan
dolayı dinde anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, izn-i üâhisiyle,
üzerinde ihtilafa düştükleri gerçekler hakkında iman edenlere doğru olanı
gösterdi. Allah, dilediğini doğru yola iletir.[43]
Bu âyetin ikinci
kısmından anlaşıldığı gibi insanlar, peygamberlerin vefatından bir süre sonra,
Allah tarafından onlara gönderilmiş olan ilâhî bilgileri tahrif ederek
dinlerini bozdular. Hak yoldan sapan bu insanlar, yeryüzünde bozgunculuğa başladılar.
Cenab-ı Hak ise, bu durumlarda onlara yeni peygamberler gönderdi ve böylece
insanların âhirette kendilerine peygamber gönderilmediği bahanesine
sığınmalarını geçersiz hâle getirdi:
“(Yerine göre)
müjdeleyici ve sakındıncı olarak peygamberler gönderdik ki, insanların
peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah, izzet ve
hikmet sahibidir.[44]
“Eğer onlar,
işledikleri günahlar yüzünden başlarına bir musibet geldiği zaman, ‘Rabbimizl
Bize peygamber gönderseydin de, biz de senin âyetlerine uyup, müzminlerden
olsaydık ya!’ diyecek olmasalardı, peygamber göndermezdik. [45]
Yaratılıştan günümüze
kadar, hiçbir toplumun peygambersiz bırakılmadığı, Kur’ân-ı Kerim’de birkaç
defa vurgulanmıştır:
“Ey kitab ehli!
‘Bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi.’ demeyesi-niz diye, peygamberlerin arasının
kesildiği bir devirde size gerçekleri açıklayan peygamberimiz geldi. İşte size
müjdeci ve uyarıcı geldi, Allah her şeye kadirdir.[46]
“Şüphesiz ki, her
ümmete, ‘yalnız Allah’a ibadet edin, her azdıncıdan kaçının,’ diyen bir
peygamber gönderdik. İçlerinden bir kısmını Allah doğru yola sevk etti. Diğer
bir kısmı ise sapıklığı hak etti. Ey insanlar! Yeryüzünde dolaşın,
peygamberlerini yalanlayan toplumların sonunun ne olduğuna bir bakın.[47]
“Biz, bir peygamber göndermedikçe, kimseye azap
etmeyiz.[48]
“Şüphesiz her
ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri onlara geldiğinde aralarında
mutlaka adaletle hükmolunur ve onlara zulmedilmez.[49]
“Şüphesiz ki biz,
senden Önce nice peygamberleri kendi kavimlerine göndermişizdir.”[50]
“Sen ancak bir
uyarıcısın. Her ümmetin bir hidâyet rehberi, yol göstereni vardır.”[51]
“Sen sâdece bir
uyarıcısın. Biz seni hakikat ehli bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik;
çünkü hiçbir toplum yoktur ki, içinde bir uyarıcı gelmiş olmasın.[52]
“Biz, her
peygamberi, kendisine gönderileni onlara açıklaması için kavminin diliyle gönderdik.[53]
Peygamberlik zinciri,
peygamberlerin sonuncusu/hâte-mü’n-nebiyyîn olup[54] âlemlere
rahmet olarak gönderilen,[55] Hz.
Muhammed (s.a.v.) ile tamamlanmıştır. O, son peygamber olarak bütün insanlığa
gönderilmiştir. Allah Teâlâ, ona hitaben şöyle buyurmuştur:
“Biz seni, ancak
bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu
bilmezler.”[56]
“Ey Muhammed, de
ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın
elçisiyim.[57]
Rasülullah da
(s.a.v.), peygamberlerin sonuncusu olduğunu açıklarken şöyle demiştir:
“Benimle, benden
önce gönderilen peygamberlerin durumu, tıpkı bina yapan bir adamın durumu
gibidir. Şöyle ki, bu adam, bir bina yaptı, güzel yaptı, onu süsleyip
tamamladı. Yalnız köşelerinden birinde bir kerpiçlik yer eksik kaldı. İnsanlar
binanın çevresini dolaşmaya başladılar. Binayı çok beğendiler ama ‘keşke şu
kerpiç de yerinde olsaydı!’ dediler. İşte (yerine konmamış) o kerpiç benim. Ben,
peygamberlerin sonuncusuyum.[58]
Rasülullah (s.a.v.),
yine bütün insanlığın peygamberi olarak gönderildiğini açıklamış ve bu
vazifesini yerine getirmek için gerekli tedbirleri almış; zamanın
hükümdarlarına yazdığı mektuplarla, onları ve halklarını İslam’a davet
etmiştir. Nitekim o, bu hükümdarlara gönderdiği elçilere şöyle demişti:
“Ben bütün
insanlığa rahmet olarak gönderildim. Benim mesajlarımı o hükümdarlara
ulaştırınız.”
İran kisrasına yazdığı
mektubun bir bölümünde şöyle diyordu:
“Şüphesiz ben,
Allah’ın tüm insanlığa gönderdiği peygamberiyim. Bütün insanları uyanp,
inanmayan kâfirlerin Allah’ın korkunç azabına uğrayacaklarını bildirmek için
gönderildim.”
“Bütün insanlığın
peygamberi olarak gönderildim, peygamberlik müessesesi benimle
mühürlenmiştir.”[59]
Allah Teala, bütün
insanlığın peygamberi olan Rasülullah’i gönderdikten sonra, kurtuluşu ona ümmet
olmaya bağlamıştır. Onunla birlikte, önceki dinlerin tamamını geçersiz kılmış;
bundan itibaren insanlardan sâdece ona gönderdiği İslam Dini’ni kabul
edeceğini bildirmiştir. Bu konudaki iki âyetin tercümeleri şöyledir:
“Kim İslam’dan
başka bir din ararsa, bilsin ki bu din onun için kabul edilmeyecek ve o âhirette
kaybedenlerden olacaktır.[60]
“Allah katında yegâne makbul din İslam’dır.”[61]
H. Nebî – Rasül Farkı, Peygamberlerin Sayısı Ve Dereceleri
Rasül kelimesi, Arapçada
“gönderilen kimse” manasına gelir, elçi ve temsilci demektir.
Kur’ân-ı Kerim’de bu kelime Allah’ın elçisi mânâsına, özel bir görev ile
gönderilen melekler ve Allah’ın mesajını insanlara tebliğ eden peygamberler
için kullanılmıştır. Nebî kelimesinin lügat mânâsı ise, “haber getiren,
yol gösteren kimse” dir. Bu kelime de peygamber karşılığı olarak
kullanılır.
Kur’ân-ı Kerim’de,
Allah’ın elçileri olan peygamberler için bu iki isim de kullanılmış ve
aralarında kesin bir ayırım gözetil-memiştir. Bir peygamber hakkında bir yerde
“rasül” başka bir yerde “nebî” denilmiş, bâzı yerlerde ise,
anlam farkı söz konusu olmaksızın, iki kelime birlikte kullanılmıştır. Ancak bu
iki kelimenin birlikte geçtiği, “Biz, senden Önce hiç bir rasül ve hiç
bir nebi göndermedik ki…[62] diye
başlayan âyette, iki tâbir arasında bir anlam farkı olduğunu gösteren bir üslup
söz konusudur.[63] Bu farka önem veren
âlimlere göre rasül, Allah tarafından kendisine kitap ve yeni bir din
gönderilen ve bunu insanlara tebliğ eden peygamberdir. Nebî ise, müstakil
şeriatı olmayıp kendisinden önce gönderilmiş bir rasülün dinine tâbi olan ve
bunu insanlara anlatan peygamberdir.[64]
Buna göre rasüllük,
nebilik mertebesinden üstündür. Her rasül aynı zamanda bir nebî olduğu halde,
her nebî bir rasül değildir. Peygamberlerin içindeki rasüllerin görevleri daha
önemlidir; ancak sayıları nebilere göre çok azdır. Rasülullah (s.a.v.)’ den
nakledilen bir rivayete göre, peygamberlerin toplam sayısı 124 bin olup, bunların
sâdece 315’i rasüldür.[65]
Türkçemizde elçi mânâsına gelen peygamber kelimesi, bu iki kelimeyi de karşılamaktadır.
Farsça kökenli olan bu kelime “elçi, haber getiren” mânâsına gelir.
Her biri fazilet
timsali, ışık kaynağı, medeniyet mimarı ve insanlar için en güzel örnek olan
peygamberler arasında Allah’ın elçileri olmak bakımından hiçbir fark yoktur.
Onların tamamının Allah’ın elçileri olduklarına inanmak imanın altı şartından
biridir. Bakara suresinin 285. âyetinde şöyle buyurulmaktadır:
“Peygamber ve
mü’minler, rabbi tarafından peygambere indirilene iman ettiler. Hepsi de,
Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. Allah’ın
peygamberlerini birbirinden ayırdetmeyiz dediler, işittik ve itaat ettik,
Rabbimiz, affını dileriz, dönüş sanadır, diyerek yalvardılar.”
Nisa suresinin 150-152.
âyetlerinde de şöyle buyurulmuş-
tur:
“Allah’ı ve
peygamberlerini inkâr edenler, Allah ve peygamberleri arasında aynm yaparak,
‘onların bir kısmına inanır, bir kısmını inkâr ederiz’ diyerek ikisi arasında
bir yol tutmak isteyenler, işte onlar, gerçekten kâfir olanlardır. Biz,
kâfirler için alçaltım bir azap hazırlamışızdır. Allah’a ve peygamberlerine
iman edip onlar arasında hiç bir aynm yapmayanlara gelince; zamanı geldiğinde
Allah onlara mükâfatlarım verecektir. Ve Allah, çok bağışla– yıcı, rahmet
kaynağıdır.”
Diğer taraftan, her
biri seçilmiş üstün bir şahsiyet olmak ve peygamberlik bakımından aralarında
bir fark bulunmamakla birlikte, peygamberler arasında fazilet açısından derece
farkı vardır. Bu husus, doğrudan Allah Teâlâ tarafından bildirilmiştir.
Yüce Allah,
peygamberlerin bâzılarını diğerlerinden üstün kıldığını şöyle açıklamaktadır:
“Şüphesiz ki biz,
peygamberlerin bir kısmını, diğerlerinden üstün kıldık.[66]
“İşte bu
peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah, onların bazılarıyla
konuştu, bâzılarının da derecelerini yükseltti.[67]
Peygamberlerden beşi
“ülü’l-azm” diye isimlendirilmiştir. Onlar, peygamberlerin en
faziletlileridir. Her birine yeni bir din gönderilmiş olan bu beş peygamber,
risâlet görevini yerine getirirken büyük sıkıntılarla karşılaşmış ve bu uğurda
üstün bir mücadele sergilemiştir. Onlardan Nuh (a.s.) tebliğ görevini bin yıla
yakın sürdürdüğü halde, kendisine çok az kimse iman etmiş, o buna rağmen
davetini büyük bir sabırla devam ettirmişti. İbrahim (a.s.), bu mücâdele
uğrunda ateşe atılmayı göze almıştı; ancak Cenab-ı Hak onu kurtardı. Diğer üçü,
Musa (a.s.), İsa (a.s.) ve Muhammed (a.s.) da büyük sıkıntılarla karşılaştılar.
Buna rağmen görevlerini hakkıyla yerine getirdiler. Bu beş peygamberin
isimleri Ahzâb suresinin 7. âyetinde birlikte geçmektedir:
“Hani bir zaman
biz, peygamberlerden söz almıştık. Senden, Nuh’tan, İbrahim’den, Musa’dan ve
Meryem oğlu İsa’dan da sağlam bir söz almıştık.”
Allah Teâlâ, ülül-azm
peygamberlerin, karşılaştıkları zorluklara aldırmayıp, tebliğ görevlerini
büyük bir sabırla yerine getirdiklerine işaret ederek şöyle buyurmuştur:
“Nice
peygamberler vardır ki, rablerine ihlâsla kulluk eden bir çok kimse onlarla
birlikte savaşmışür. Allah yolunda kendilerine isabet eden zorluklara
aldırmamışlar, zayıflık göstermemişler ve boyun eğmemişlerdir. Allah
sabredenleri sever.[68]
Cenab-ı Hak,, Sevgili
Peygamberimiz’e, tebliğ görevini yerine getirirken, büyük sabır ve sebat
sahibi bu peygamberleri örnek almasını emretmiştir:
“Ey Muhammed! Sen
de, azim ve sebat sahibi (ülü’l-azm) peygamberlerin sabrettiği gibi sabret.
Kâfirler için acele azap isteme. Onlar, kendilerine va’dolunan günün dehşetini
gördükleri zaman, dünyada sâdece gündüzün bir anı kadar kaldıklarını sanacaklardır.
Bu apaçık bir tebliğdir. Dinden ayrılan bir topluluktan başka kim helak
edilir?’[69]
Bir başka âyette ise,
bu beş peygamberden söz edilmekte ve yine Peygamberimiz’e hitaben şöyle
denilmektedir:
“Dini ayakta
tutun ve onda ayrılığa düşmeyin, diye Nuh’a emrettiğini, sana vahiyle
bildirdiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimizi Allah size de din
kıldı. Fakat onlan kendisine çağırdığın bu din, Allah’a ortak koşanlara ağır
geldi. Allah, dilediğini kendisine çeker ve kendisine yöneleni de doğru yola
iletir.”[70]
Sâvi, bu âyetin
tefsiriyle ilgili olarak şöyle demiştir:
“Bu âyette
zikredilen peygamberler, peygamberlerin büyükleri (ülü’l-azm.) ve büyük
şeriatleri olan peygamberler oldukları için, Yüce Allah, bunları özellikle
zikretmiştir. Bu peygamberlerden her birinin yeni bir şeriatı vardır. Bunların
dışındakiler ise, kendilerinden önceki şeriatı tebliğ ile görevli olarak
gönderilirlerdi. Bu iş, devamlı olarak, bir peygamberin peşinden diğeri, bir
şeriatın arkasından bir diğer şeriat gönderilmek üzere rasüllerle pekiştirilmiş
ve nebilerle desteklenmiştir. Nihayet Yüce Allah, dinlerin en hayırlısı,
peygamberlerin en üstünü bizim Peygamberimiz (s.a.v.)’ in dini ile bu işi sona
erdirmiştir. Buradan anlaşılmıştır ki, bizim, yani Muhammed ümmetinin şeriatı,
temel itikadlar ve hükümler konusunda, geçmiş bütün şeriatları içine almıştır.)[71]
Peygamberlerin
sonuncusu/ hâtemü’n-nebiyyîn olup[72] âlemlere
rahmet olarak gönderilen,[73] Hz.
Muhammed (s.a.v.), menzile ve mertebe bakımından rasüllerin en faziletlisidir.
Peygamberler içinde, bütün insanlığa gönderilen tek peygamber odur. Diğer
peygamberler ise, belirli ümmetlere veya belirli muhitlere gönderilmişlerdir. Peygamberimiz Hz.
Muhammed’e hitlere gönderilmişlerdir. Peygamberimiz Hz. Muhammed’e
(s.a.v.) indirilmiş olan yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim de, semavî kitapların
sonuncusu ve en üstünüdür. Kadı Iyaz’ın naklettiğine göre bâzı müfessirler,
Cenab-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerim’de diğer peygamberlere, “Ya Âdem, Ya Nuh,
Ya Musa, Ya İsa” gibi isimleriyle hitap ederken, sâdece peygamberimize
açık ismiyle değil de, “Ey Nebi, Ey Rasül” diyerek nübüvvet ve
risâlet sıfatıyla hitap etmesini, onun diğerlerinden üstünlüğünün bir delili
olarak kabul etmişlerdir.[74]
Rasülullah’ın (s.a.v) şanını yüceltmek maksadına bağlanan bu âyetlerden onüçünde
“Yâ eyyuhe’n-nebiy” ikisinde ise “Yâ eyyuhe’r-rasül”diye
hitap edilmiştir.
Böyle olmakla birlikte
Sevgili Peygamberimiz, peygamberler arasında fark gözetilmesinden ve kendisinin
diğerlerinden üstün gösterilmesinden hoşlanmamış; bütün peygamberlere karşı
saygı ve hürmet gösterilmesini istemiş ve buna büyük önem vermiştir. Ebu
Hureyre’den rivayet edildiğine göre, sahabilerden biri, bir yahüdî ile
tartışmıştı. Tartışma sırasında, sahâbî “Muhammed (s.a.v.)’i âlemlere
üstün kılana andolsun!” diye yemin ederken, yahûdî “Musa’yı âlemlere
üstün kılana andolsun!” demişti. Onun bu sözüne kızan müslüman ona bir
tokat indirmişti. Yahüdî, derhal Rasülullah’a giderek, kendisini döven
müslümanı şikâyet etti ve tartışmalarını ona anlattı. Bunun üzerine Rasülullah
(s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Beni Musa’ya
tercih etmeyiniz!”[75]
Aynı konuyla ilgili
olarak şöyle dediği de nakledilmiştir:
“Peygamberler
arasında fazilet ayırımı yapmayınız… Ben, hiç bir kimsenin Yunus b. Metta’dan
daha efdal olduğunu söyteyemem.[76]
Başka bir defa Rasülullah’a
insanların en keremlisinin kim olduğu sorulmuştu. “Allah’tan en çok
korkanlar?’ cevabını verince, soruyu soranlar, “Bizim sormak istediğimiz
bu değil dediler.”
Bunun üzerine, “İnsanların en keremlisi, İbrahim
Halilullah oğlu nebî oğlu nebi oğlu Allah’ın nebisi Yusuf tur.” dedi.[77]
Peygamberimiz’in
(s.a.v) bu hassasiyeti sayesindedir ki, müslümanlar arasında rasül ve nebilerin
tamamına karşı, büyük bir hürmet ve edeb hissi gelişmiş, onların arasında
ayırım yapmak hoş karşılanmamıştır. Peygamberlerin tamamı, Yahûdî ve
Hıristiyanların kendilerine atmış olduğu tüm töhmet ve iftiralardan uzak
tutulmuştur. Onların pak ve nezih oldukları hususunda hiç bir şüpheye yer
yoktur. Dolayısıyla, İslâm’ın peygamberler hakkındaki bu doğru ve kesin
bilgileriyle nübüvvetin gerçek mâhiyeti belirlenmiş, Ehl-i Kitab’ın bu hassas
konudaki tahrifatına da son verilmiştir. [78]
I. Peygamberlere Gönderilen Kitaplar Ve Sahifeler
Allah Teâlâ,
peygamberlerden dördüne birer kitap göndermiştir. Musa’ya (a.s.) Tevrat’ı, Davud’a
(a.s.) Zebur’u, İsa’ya (a.s.) İncil’i ve son peygamber olan Hz. Muhammed’e
(s.a.v.) Kur’ân-ı Kerim’i indirmiştir. Bu büyük kitapların yanında, dört peygambere
de, hacim olarak daha küçük kitaplar demek olan suhuf/sahifeler verilmiştir.
Kendilerine suhuf gönderilen peygamberler ve sahifelerinin hacimleri ise
şöyledir: Hz.Âdem’e 10 sahife; Hz. Şît’e 50 sahife; Hz. İdris’e 30 sahife; Hz.
İbrahim’e 10 sahife. Bunlar, toplam olarak 100 sahife tutmaktadır. [79]
İ. Kur’ân-I Kerim Peygamberlerden Bâzıları Hakkııjda Bilgi
Vermiştir
Kur’ân-ı Kerim’de,
peygamberlerden bâzılarının tanıtıldığı, diğerleri hakkında ise bilgi
verilmediği açıklanmaktadır:
“(Ey Muhammedi)
Şüphesiz ki biz, senden önce birçok peygamber gönderdik. Onlardan bir kısmını
sana anlattık, bir kısmını da anlatmadık…”[80]
Bâzı rivayetlerde, az
önce geçtiği gibi, peygamberlerin toplam sayısının 124 bin olduğu ifâde
edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim,, onlardan sadece 25’i hakkında bilgi vermiştir.
Buna göre, Kur’ân’da isimleri geçmeyen peygamberlere icmali/toplu iman,
isimleri geçenlerin[81]
peygamberliğine ise tafsîlî iman gerekir. Kur’ân’da isimleri geçen peygamberler
şunlardır:
Âdem, îdris, Nuh?
Salih, Hûd, Şuayb, İbrahim, Lût, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Musa, Harun,
Dâvud, Süleyman, İlyas, Elyesa, Eyyûb, Zülkifl, Yunus, Zekeriya, Yahya, İsa,
Muhammed (a.s.).
Bu peygamberlerden
onsekizinin ismi, En’am suresinin 84-86.âyetlerinde toplu olarak geçmektedir:
“Biz, İbrahim’e,
İshak’ı ve Ya’kub’u bahşettik. Ve hepsim doğru yola sevk ettik. Daha önce Nuh’u
ve soyundan olan Davud’u, Süleyman’ı, Eyyûb’u, Yusufu, Musa’yı ve Harun’u da
doğru yola sevk etmiştik. İşte biz, iyilikte bulunanları böyle mükâfatlandırırız.
Zekeriya, Yahya, İsa ve İlyas’ı da hidâyete erdirdik. Hepsi de sâlih
kullanmızdandı. İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut’u da hidâyete erdirdik. Hepsini de
âlemlere üstün kıldık.”
Bu âyetlerde isimleri
sayılanların ve diğer yedi peygamberin isimleri, çeşitli âyetlerde müteaddit
defalar zikredilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de
isimleri geçen Üzeyir[82]
Lokman[83], ve
Zülkarneyn[84] ile Hz. Musa’nın birlikte
yolculuk yaptığı ve kendisinden önemli şeyler öğrendiği sâlih kulun[85]-ki,
hadislerde bu şahsın Hızır (a.s.) olduğu bildirilmiştir- peygamber
olup-olmadık-ları hususunda ise ihtilaf vardır. Müfessir ve tarihçiler arasında
Hz. Üzeyir’in peygamber olduğu görüşü oldukça yaygındır. Buna dayanarak
eserimizde onu da tanıttık. [86]
K. Peygamberlerin Müşterek Dini İslamdır
Bütün peygamberlerin
müşterek dini olan İslâm, Allah’ın birliği ve peygamberliğin umumîliği
temelleri üzerine oturmuştur. Bu din, Hz. Âdem, Hz. Musa, Hz. İsa ve gelmiş
geçmiş bütün peygamberlerin ümmetlerine getirmiş oldukları dindir. Kur’ân-ı
Kerim, bu gerçeği şöyle dile getirmektedir:
“Allah’ın
dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde ne varsa, hepsi, ister
istemez, O’na teslim olmuştur. Ve yine O’na döneceklerdir.
Ey Muhammedi De ki:
Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına
indirilene; Rableri tarafından Musa’ya, isa’ya ve bütün peygamberlere
verilenlere iman ettik. Onlar arasında bir ayırım yapmayız. Biz, Allah’a teslim
olan müslümanlanz,[87]
Bütün peygamberler,
kavimlerine kendilerinin Allah’a teslim olan müslümanlar olduklarını
açıklamışlardır. Nuh (a.s.), bu hususta şöyle demiştir:
“Eğer davetimden
yüz çevirirseniz, zâten ben sizden bunun karşılığında bir ücret istemedim.
Benim mükâfatım ancak Allah katındandır. Ben (sâdece O’nun emirlerine itaat
eden) Müslümanlardan olmakla emrolundum.[88]
Bu bayrağı
taşıyanlardan Hz.İbrahim ve torunu Hz. Yakub nakkmda da şöyle denilmektedir:
“Kendini
bilmezlerden başka kim İbrahim’in dininden yüz çevirir? And olsun ki, dünyada
onu önder seçtik, şüphesiz O, ahirette de iyilerdendir. Rabbi ona, ‘Müslüman oV
buyurduğunda, ‘Alemlerin rabbine teslim oldum.’ demişti, ibrahim, bunu oğullarına
vasiyet etti. Yakub da, , ‘Evlâtlarım! Bakın Allah, size en saf ve temiz inana
bahşetti; Öyleyse siz de ancak O’na teslim olmuş müslümanlar olarak can verin!’
dedi. Yoksa Yakub can verirken sizler yanında mı idiniz? O zaman oğullarına,
‘Benden sonra neye tapacaksınız?’ diye sormuştu; Onlar da, ‘Senin rabbine ve
ataların İbrahim, ismail, İshak’ın ilâhı olan tek Allah’a kulluk edeceğiz,
bizler O’na teslim olmuş müslümürilanz.’ demişlerdi.[89]
Bu hakikat, Hz. Yusuf
tarafından da şöyle ifade edilmiştir: “Ey Rabbim! Sen bana bir parça mülk
verdin ve bana düşlerin yorumunu Öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı!
Dünyada da, âhirette de benim yârim sensin! Beni Müslüman olarak öldür ve beni
iyilere kat!”[90]
Hz. İsa ve havarileri
de aynı şeyi söylemişlerdi: “İsa insanların inkârlarını hissedince, ‘Allah
uğrunda yardımcılarım kimlerdir?’ dedi. Havariler, ‘Biz Allah’ın dininin yardımcılarıyız.
Allah’a inandık, müslüman olduğumuza şahid ol. Rabbimiz! Senin indirdiğine
inandık, Peygambere uyduk; bizi şahit olanlarla beraber yaz.’ diye cevap
verdiler.[91]
Bu kervanın son
temsilcisi Sevgili Peygamberimiz, Hz. Â-dem’den kendisine kadar, bütün
peygamberlerin aynı din üzere olduklarını şöyle ifade etmiştir:
“Dünya ve
âhirette îsa b. Meryem’e en yakın olan benim, Zî-ra bütün peygamberler
birbirlerinin kardeşi gibidirler. Sanki bir babadan ve ayn ayn annelerden
doğmuşlardır. Onların dinlen de birdir ve aynıdır.[92]
Cenab-i Hak, önceki
peygamberlerden, sonra gelecek peygamberlere ve yine özellikle son peygamber
olan Hz. Muham-med’e (s.a.v.) iman ve yardım hususunda kesin bir söz alıyordu.
Buna göre
peygamberler, kendilerinden sonra gelecek peygamberleri kavimlerine
müjdelerler ve o peygamberlerin zamanına yetişecek olanlara onlara iman
etmelerini emrederlerdi. Nitekim, Rasülullah (s.a.v) zamanında yaşayan Yahûdî
ve Hıristiyanlarla ilgili olarak şöyle buyurulmuştur:
“Bir zaman Allah,
peygamberlerden, ‘Ben size Kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdeküeri
tasdik eden bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka iman edip yardım edeceksiniz.’
diye kesin söz almış, ‘İkrar edip buna dair ahdimi üzerinize aldınız mı?’
dediğimde, onlar ‘İkrar ettik.’ demişlerdi. Allah da: ‘Şahit olun, ben de
sizlerle birlikte şahitlerdenim.’ demişti.[93]
Görüldüğü gibi,
Peygamberimiz hakkında, önceki peygamberlere verilen kitaplarda da bigi
bulunuyordu. Bütün peygamberler, zamanına ulaştıkları takdirde, ona iman ve
yardım sözü vermişlerdi. Bu sorumluluk onların ümmetlerini de bağlıyordu.
Âyette geçen “size bir peygamber geldiğinde” ifadesinin doğrudan muhatabı
ise, Hz. Peygamber’in muasırı olan yahüdîler ve hıristiyanlardı.[94]
Dolayısıyla
Rasülullah’m {s.a.v.) hem ismi hem de sıfatlan, Tevrat ve İncil’de mevcuttu. Ne
var ki, Yahüdî ve Hıristiyan din adamları, Peygamberimiz hakkındaki bilgileri,
üzerlerinde istedikleri şekilde kalem oynattıkları bu kitaplardan çıkarmaya çalıştılar.
Ancak onların bu ihanetlerine rağmen yine de eldeki Tevrat ve İncil
nüshalarında, Hz. Peygamber’i rahat bir şekilde tanımaya yetecek ölçüde bilgi
kalmış bulunmaktadır. Bu kitaplar üzerinde yapılan araştırmalar,
Peygamberimiz’e dair isim ve sıfatları ve onunla ilgili bilgileri açık bir
şekilde ortaya çıkarmıştır.[95]
Ehl-i Kitab din
adamlan, bu bilgileri sayesindedir ki, bir âyette haber verildiği gibi, Peygamberimizi
Yüce Allah’ın ifadesiyle öz oğullarını tanıdıkları kadar kesin bir şekilde
tanıyorlardı. Ancak buna rağmen, kıskançlık başta olmak üzere çeşitli sebepler
yüzünden, onlardan çok azı ona İman etti:
“Kendilerine
kitap verdiğimiz (Yahudi ve Hıristiyanlar), peygamberi, oğullarını tanıdıkları
gibi tanırlar. Onlar, nefislerini hüsrana uğratanlardır; onlar iman etmezler.[96]
Peygamberlerin tebliğ
ettiği inanç esasları arasında hiç bir fark yoktur. Hz. Âdem ile son peygamber
Hz. Muhammed (s.a.v.)’ in getirdiği İman esasları aynıdır. Bu esaslar, diğer
bir ifâdeyle îmanın şartları, bilindiği gibi, Allah’a, meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine, âhirete ve kadere inanmaktır. Peygamberlere
gönderilen dinlerde bu iman esasları aynı kalırken, diğer dînî hükümler ve
hukuka bağlı konularda ise kemâle doğru giden değişiklikler olmuştur.
Önceki dinler,
insanlar tarafından tahrif edilmiş, gerek i-man esasları gerekse dînî hükümler
ve hukuk kuralları büyük ölçüde değiştirilmiştir. Yüce Allah, gönderdiği
dinlerin tahrif e-dilmesinden sonra yeni peygamberler göndererek mesajını yeniden
insanlığa ulaştırmıştır. Bu durum son peygambere kadar böyle devam etmiştir.
Onların sonuncuları olan Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’e gönderilen son
din İslâm ise, eski din mensuplarının yapmış oldukları her türlü tahrifatı,
ilâve ettikleri uydurma hüküm ve hurafeleri bertaraf etmiş, tevhid akidesini
sapık fikirlerden temizlemiş ve aslî haline getirmiştir. Tek hak din olan Yüce
İslâm dinini en mütekâmil haliyle ve cihanşümul bir şekilde ortaya koymuştur. Dolayısıyla,
bundan sonra İslâm’a girmek bütün insanlık için bir mecburiyet olmuştur. Yüce
Allah katında yegâne geçerli din, tek kurtuluş yolu budur:
“Kim, îslâm’dan
başka bir din ararsa, onun dini asla kabul edilmeyecektir. O kimse, âhirette de
hüsrana uğrayanlardan olacaktır.[97]
İnsanlığa gönderilen son ilâhî din olarak İslâmiyet, her türlü tahrifattan ve
noksanlıklardan korunmuştur. Hem de Kıyamete kadar sürecek bu koruma, doğrudan
onu gönderen Allah Teâlâ tarafından garanti edilmiştir:
“Kur’ân’ı biz indirdik,
şüphesiz ki, onun koruyucusu da biziz.[98]
“Şüphesiz ki,
Kur’ân kendilerine gelince onu inkâr edenler mutlaka cezalandırılacaktır.
Şüphesiz o Kur’ân, aziz bir kitaptır. Ona ne önünden, ne de arkasından bâtıl
söz sokulabilir. O, hikmet sahibi ve ham.de lâyık olan Allah tarafından
indirilmiştir.[99]
L. Peygamberlerin Davetinin Özellikleri
1. Davetleri Rabbânî Bir Davettir
Rabbani davetten
maksat, davetin Allah Teâlâ tarafından gönderilen bir vahye dayanmış olmasıdır.
Peygamberlerin daveti, gördükleri zulüm ve haksızlıkları kaldırmak için, üstün
akıl ve zekâlarının veya engin tecrübelerinin neticesi olarak kendiliklerinden
başlattıkları bir hareket değildir. Peygamberlerin getirdiği her şeyin kaynağı
vahiydir. Onların görevi, Allah Teâlâ’nm emirlerini insanlara ulaştırmaktan
ibarettir. Bu bakımdan onlar, diğer liderlerden, ıslahatçılardan, düşünür ve
filozoflardan çok farklıdırlar. Onların davetinin kaynağıyla ilgili bu gerçeği
dile getiren âyetlerden bâzılarının anlamı şöyledir:
“Onlara
âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman (Öldükten sonra) bize kavuşmayı
beklemeyenler, ‘Ya bundan başka bir Kur’ân getir veya bunu değiştir!’ dediler.
Ey Muhammed! Onlara şöyle de: ‘Onu kendiliğimden değiştirme yetkisine sahip
değilim. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Eğer rabbime karşı gelirsem,
elbette büyük günün azabından korkarım.’
(Ey Muhammed) de ki:
Eğer Allah dileseydi, Kur’ân’ı size okumazdım. Allah da, onu size bildirmezdi.
Nitekim, daha önce yıllarca aranızda yaşadığım halde böyle bir şey yapmamıştım.
Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?”[100]
“İşte böylece
sana da emrimizle Kur’ân’ı vahyettik. Sen daha önce, kitap nedir, iman nedir
bilmezdin. Fakat Biz, onu bir nur kıldık ki, kullarımızdan dilediğimizi onunla
hidâyete eriştiririz. Şüphesiz ki sen, doğru bir yolu göstermektesin.[101]
“Allah, kendi
emriyle melekleri, kullarından dilediği kimseye vahiy ile gönderir: Benden
başka ilah olmadığını insanlara bildirin ve bu hususta onları uyann ve ancak
benden korkun, der.”[102]
Bu âyetlerden de
anlaşıldığı gibi, peygamberler, kendi duygularına veya hâriçten gelen bir
takım baskılara boyun eğmezler. Kendilerine gönderilen emirlerde asla bir
değişiklik yapmazlar. Nitekim, Cenab-ı Hak, Rasülullah (s.a.v) hakkında şöyle
buyurmuştur:
“O, kendi arzu ve
hevâsından konuşmaz, onun her konuştuğu, Allah tarafından vahyedilen bir
vahiyden başka bir şey değildir.”[103]
Allah’ın emirlerini
tebliğ etmek görevini yürüten peygamberler, karşılaştıkları sıkıntılara sonuna
kadar katlanırlar. Kendilerine teklif edilen hiç bir dünyalık karşılığında mücâdelelerinden
vazgeçmeyi kabul etmezler. Bunun en kuvvetli delilleri, Sevgili
Peygamberimiz’in hayatının her safhasında mevcuttur. Nitekim, açık davetin
başlamasından sonra, kendisine gelen müşrik liderler, davasından vazgeçmesi
için, para, kadın ve başkanlık gibi, dünyalık olarak ne isterse vereceklerini
söylemişlerdi. Ancak O, “Bu işten vazgeçmem için, güneşi sağ elime, ayı
sol elime koysanız dahi, Allah bu işi güçlendirene veya bu uğurda ölene kadar
bundan vazgeçmem.” buyurdu.”[104]
2. Görevleri Karşılığında Dünyalık Beklemezler
Peygamberler,
görevlerinden vazgeçmeleri şartıyla yapılan dünyalık tekliflerini kabul
etmedikleri gibi, yaptıkları görev karşılığında hiçbir insandan bir ücret veya
menfaat da ummazlar. Onlar, karşılığı ancak Allah’tan beklerler ve
faaliyetlerini O’nun rızası ve âhiret sevabı için yaptıklarını açıklarlar. Bu
hakikati dile getiren âyetlerden bâzıları şunlardır:
Hûd (a.s.), kavmine
hitap ederken şöyle demiştir:
“Ey kavmim!
Allah’ın emirlerini bildirmeme karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum.
Benim mükâfatım ancak Allah tarafından verilecektir.”[105]
Rasülullah’a da
(s.a.v.) şöyle emredilmiştir:
“İşte o
peygamberler, Allah’ın kendilerini hidâyete ulaştırdığı kimselerdir. Sen de
onların yoluna uy. De ki: Ben, peygamberlik görevime karşılık sizden bir ücret
istemiyorum. Bu Kur’ân, âlemler için ancak bir öğüttür.[106]
“(Ey Rasülüm) de
ki: Bu görevime karşılık, ben sizden bir ücret istemiyorum. “[107]
Bu âyetlerden
anlaşıldığı gibi, peygamberler, maddî bir kazanç veya dünyevî bir menfaat için
çalışmazlar. Onlar, bu yüce görevlerinin karşılığını sâdece Cenab-ı Hak’tan
beklerler, O’nun rızasını ve ahiret sevabını gözetirler. Kureyş müşrikleri ile
Rasül-i Ekrem (a.s.) arasında geçen bir konuşma, bu gerçeği açık bir şekilde
ortaya koymaktadır:
Kureyş müşrikleri, Hz.
Peygamber (s.a.v)’e şöyle dediler:
“Ey Muhammedi
Seninle konuşmak için sana haber yolladık. Allah’a andolsun ki biz, Araplar
arasında, senin kavminin başına getirdiğin hâdisenin benzerini kavminin başına
getiren bir başka adam bilmiyoruz. Sen babalarımıza ve dedelerimize sövüp
saydm, dinimizi kötüledin, ilâhlarımıza dil uzattın. Bizi aklı ermezler olarak
niteledin ve birliğimizi dağıttın. Sonra aramızda yapmadığın kötü iş kalmadı.
Eğer, ortaya attığın bu sözlerle dünyalık ele geçirmek istiyorsan
mallarımızdan sana bir şeyler toplayalım da hepimizin en zengini ol. Yok sen bu
hareketinle şeref peşinde isen, seni kendimize başkan yapalım. Eğer bir
saltanat istiyorsan, seni başımıza hükümdar dikelim. Yok şu sana gelen cin
içini kapladıysa, ki bu bazan olabilir, seni tedavi ettirmek için mallarımızı
harcayalım ve şifa bulmanı sağlayalım veya ödevimizi yapmış olup sorumluluktan
kurtulalım.”
Bu sözleri dinleyen
Rasülullah, onlara şöyle cevap verdi: “Dediğiniz dünyalıklarla hiçbir alâkam
yoktur; beni cin de kaplamış değildir. Sonra sizin için ortaya attığım mesele
ile, ne mallarınızı almayı ne aranızda şeref sahibi olmayı ve ne de başınıza
hükümdar olmayı istiyorum. Ancak Allah beni size bir elçi olarak yolladı ve
bana bir kitap indirdi; sizin için müjdeleyid ve korkutucu olmamı emretti. Ben
de Allah’ın bana yüklediği peygamberlik mesajını size bildirdim. Size öğüt
verdim. Şimdi siz, size bildirdiklerimi benimserseniz, dünyada ve âhirette
mutluluğa u-laşmış olursunuz. Benimsemezseniz, Allah’ın emrini yerine getirmek
uğrunda her şeye katlanacağım. Allah, benimle sizin aranızda hükmünü verene
kadar, davetimi devam ettireceğim..[108]
3. İnsanları Sâdece Allah’a Kulluğa Çağırırlar
Peygamberlerin
davetinin en önemli özelliği, yeryüzünde sâdece Allah’a ibâdet edilmesi ve
dinin ona tahsis edilmesi için çalışmaktır. Gönderilmiş olan bütün
peygamberler, insanları kullara kul olmaktan kurtulup sâdece kendilerini
yaratan Ce-nab-i Hakk’a kulluğa çağırmışlardır. Allah Teâlâ, elçilerini, bu görevi
yerine getirmeleri ve insanları tevhid inancına çağırmaları için göndermiştir.
Bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Oysa onlar, dini
sâdece Allah’a tahsis ederek, hakka eğilip, sâdece Allah’a ibâdet etmekle,
namazı kılmak ve zekatı vermekle emrolunmuşlardır. İşte sağlam din de budur.”[109]
“Ey Muhammedi
Biz, senden önce hiç bir peygamber göndermedik ki, ona, ‘Benden başka ilâh
yoktur. O halde sâdece bana ibâdet edin.’ diye vahyetmemiş olalım.”[110]
Dolayısıyla, her
dönemde ve her çevrede görev yapmış olan peygamberlerin ilk ve en büyük
vazifesi, tevhid akidesini düzelterek insanların Cenab-ı Hakk’a, doğru bir şekilde
inanmalarını ve sâdece ona kulluk etmelerini sağlamak, kul ile Rabbi arasındaki
ilişkileri düzeltmek ve dinin sâdece Allah’a tahsis edilmesini sağlamak
olmuştur. Bu görevlerini yerine getirirken Onlar, kendi zamanlarında hâkim
olan, ya insanlar tarafından yontulmuş putlara, veya uydurulmuş çeşitli
tanrılara ya da ilâhlaştırılmış sâlihlere ve din adamlarına tapmak gibi çeşitli
suretlerde tezahür eden bâtıl inançlara karşı mücadele etmişlerdir.[111]
Peygamberler,
insanları Allah’ın emirlerine teslim olmaya, O’na itaata ve sâdece O’na kulluk
etmeye çağırırken düşünce ve hedeflerini üç temele dayandırmışlardır:
a.
İnsanların itaat etmesi gereken tek otorite Allah Teâlâ’ dır. Tüm sosyal,
hukukî ve ahlâkî sistemler, Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda kurulmalı;
hayat ve uygarlık bu temel ü-zerine oturtulmalıdır.
b. Allah’ın temsilcileri olarak görev yapan
peygamberlere mutlak itaat gerekir.
c. Eşyayı,
temiz-pis, güzel-çirkin, helâl-haram diye vasıflandırma hakkı sâdece Allah’a
ve O’nun elçileri olmaları bakımından peygamberlerine aittir.[112]
4. Davetleri Sâdedir-Maksat ve Hedef Açıktır
Peygamberlerin daveti,
sâde ve anlaşılır olup, tekellüften uzaktır. Onlar, fıtrata uygun olan hikmet
yolunu takip ederek insanlara anlayabilecekleri tarz ve ölçüde hitab ederler.
Allah Teâlâ, bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Ey peygamber!
İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et. Onlarla en uygun
şekilde en inandırıcı yöntemlerle tanış. Şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapanları
da, doğru yolda yürüyenleri de çok iyi bilir.”[113]
Bu âyetten peygamberi
davetin, âlim ve câhil herkesin anlayabileceği sadelikte olması gerektiği
anlaşılmaktadır. Bu davet, anlaşılması zor bir davet olmayacaktır. Bu hususta
en başarılı metod, sanatsal tartışma ve kelâmı münakaşalardan uzak kalarak,
anlaşılması kolay ve fıtrata uygun bir şekilde yürütülmesidir.
Nitekim Hz. Aişe
(r.a.), Rasül-i Ekrem (a.s.)’m, sözlerini kendisini işiten herkesin
anlayabileceği seviyede açık ve net olarak söylediğini, belirtmiştir.[114]
Bu özellikleriyledir
ki, Kur’ân-ı Kerina’in delilleri, her insanın faydalandığı gıdalara,
kelâmcılarm delilleri ise insanların ancak az bir kısmının faydalanıp çoğunun
zarar gördüğü ilaçlara benzetilmiştir. Kur’ân delilleri, hem güçlü adamların
hem de küçük çocukların yararına olan suya; diğer deliller ise güçlü kimselerin
bazen yararına bazen de hastalığına sebep olan ve çocukların ise asla
yararlanamadığı gıdalara teşbih edilmiştir.[115]
Râzî de şöyle
demiştir:
“Kelâmı isbat
yollarım ve felsefi metodlan düşündüm, onları hastalara şifa verir, susayanı
kandırır bulmadım. İkna yollarının en uygunu olarak, Kur’ân yolunu buldum. Her
kim benim gibi bunu tecrübe edecek olursa, benim ulaştığım neticeye
vanr,”[116]
Peygamberler,
insanları açık bir hedefe ve açık bir inanca çağırmışlardır.
“Ey Muhammedi De
ki: İşte benim yolum budur. Ben ve bana uyanlar, aydınlık bir yol üzerindeyiz,
insanları Allah’ın yoluna bilgiyle davet ederiz. Allah’ı her türlü
noksanlıklardan tenzih ederim. Ben müşriklerden değilim.”[117]
5. Dünya-Ahiret Dengesi Kurulur
Peygamberlerin
maksadı, dünyanın güzelliklerine ve hayatın zevklerine dalmak değil; bunlardan
ihtiyacı giderecek bir ölçüde yararlanmaktır. Onlar, dünyada bolluk ve lüks
içinde yaşayabilecek maddî varlığa sahip oldukları halde, darlık ve sıkmtılarla
dolu bir hayat yaşamışlardır. Dünyada zâhidâne bir hayat sürmüşler, asıl
hazırlıklarını âhiret için yaparak bakî olanı fânî olana tercih etmişlerdir:
“İyiler için
Allah katında olan şeyler daha hayırlıdır. “[118]
“Dünya hayatı oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Allah’tan
korkanlar için âhiret yurdu daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız?”[119]
“Ey Muhammedi Bir
kısım kâfirlere, kendilerini imtihan etmek için verdiğimiz dünya hayatının
süsünde sakın gözün kalmasın. Rabbinin nzkı hem daha hayırlı hem daha
süreklidir. “[120]
Peygamberlerin dünyada
nasıl bir hayat yaşadıklarının en canlı örneği şüphesiz Sevgili Peygamberimiz
(s.a.v.)’in sâde hayatıdır. Bilindiği gibi, onun hanımları, kendisinden bâzı
zînet eşyaları ve daha bol bir geçim istemişlerdi. Onların lüks bir hayat
istemeleri üzerine inen vahiy, kendilerine ağır bir ders oldu. Çünkü Cenab-i
Hak, Hz. Peygamber’e, sadelikten ayrılmamasını, hanımlarını ise bu sâde hayat
tarzı ile kendisinden boşanmak hususunda muhayyer bırakmasını emrediyordu:
“Ey Peygamber!
Eşlerine şöyle söyle: Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız, gelin size
boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allah’ı,
Peygamberi’ni ve âhiret yurdunu istiyorsanız, biliniz ki, Allah, içinizden
güzel davrananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır. “[121]
Bilindiği gibi, bu
durum karşısında onların tamamı, dünya zevklerini değil, Efendimizle birlikte
kalmayı ve sâde hayatı tercih ettiler. Bir daha da benzeri bir talepte
bulunmadılar. [122]
6. Peygamberler Allah’ın Yardımıyla Başarıya Ulaşırlar
Bütün peygamberler,
kavimlerini şirkten kurtarıp, gönüllere tevhid akidesini yerleştirmeye
çalışmışlardır. Aynı şekilde insanları gaybe imana çağırmışlardır. Onlarla
şirki terk etmeyen kavimler arasındaki mücâdelenin ağırlık noktasını tevhid
akidesi teşkil etmiştir. Bu mücâdele, Cenab-i Hakk’m yardımı sayesinde
peygamberlerin zaferiyle bitmiştir. Mealini verdiğimiz şu âyetler, bu ebedî
gerçeği açıkça ortaya koymaktadır:
“Kâfirler
peygamberlerine dediler ki: Elbette sizi ya yurdumuzdan çıkaracağız, ya da
mutlaka dinimize döneceksiniz! Rab-leri de peygamberlere şöyle vahyetti:
Zalimleri mutlaka helak edeceğiz! Ve ey inananları Onlardan sonra sizi mutlaka
o yerde yerleştireceğiz. İşte bu, makamımdan korkan ve tehdidimden sakınan
kimselere mahsustur. Peygamberler, fetih istediler, Allah da verdi Her inatçı
zorba da hüsrana uğradı. “[123]
“Andolsun ki,
peygamber kullarımıza söz vermişizdir: Onlar mutlaka zafere ulaşacaklardır.
Bizim ordumuz, şüphesiz üstün gelecektir.[124]
“Şüphesiz
peygamberlerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem şahitlerin
şahitlik edecekleri günde yardım ederiz.”[125]
M. Peygamberlerin Sıfatları
Allah Tealâ,
peygamberlerini, kendisiyle kullan arasında elçilik yapmaları için seçmiş,
beşer içinden sâdece onları vahiy emânetini taşımak ve vahyi insanlara
ulaştırmakla görevlendir-mistir. Cenab-ı Hakk’m kendilerine yüklediği bu önemli
görev, peygamberlerin, ahlâk bakımından en mükemmel, ilim bakımından en ileri,
emânet bakımından en ehil, soy bakımından en asil insan olmalarını gerekli
kılmıştır. Peygamberler, pek çok âyette en üstün sıfatlarla tavsif
edilmişlerdir. Onlar, bir beşer olarak, yerler, içerler, sağlıklı veya hasta
olurlar, kadınlarla evlenirler. Onlar da diğer insanların başına gelen çeşitli
sıkıntılarla karşılaşmışlardır. Ancak onlar, kendilerinde mutlaka bulunması gereken
bâzı üstün sıfatlarla donatılmışlardır. Onlara mahsus bu müşterek sıfatlar
şunlardır: [126]
1. Sıdk/Doğruluk
İnsanların tamamında
bulunması gereken bu özellik, peygamberler için ise mutlak şarttır. Doğruluk
ve dürüstlük, peygamberlere yaratılışlarından itibaren verilmiş bir sıfattır.
Onlar asla yalan söylemezler.
Kur’ân-ı Kerim’de,
onların doğru sözlü oldukları sık sık tekrarlanmıştır:
“Bu kitapta bir
de ibrahim’i an. Gerçek şu ki, o özü sözü doğru bir peygamberdi.”[127]
“Ve bu kitapta
İsmail’i de an. Doğrusu, O da her zaman sözünde duran, doğru sözlü bir elçi,
bir peygamber idi Ve halkına namazı ve zekâtı emrederdi ve O da Rabbinin
katında hoşnutluk kazanmıştı.
Ve bu kitapta İdris’i
de an. O da özü sözü doğru bir nebî idi”[128]
Peygamberlerin yalan
söyleyebileceğini kabul etmek, dinin temelini sarsmak demek olur. Çünkü bu takdirde,
Cenab-ı Hak’tan aldıkları vahye güven mümkün olmaz ve peygamberlerin kendi
U3’durdukları sözleri Allah’a nispet etmeleri ihtimali ortaya çıkardı. Halbuki
bu asla mümkün değildir. Allah Teâlâ, bunun imkânsızlığı hakkında şöyle
buyurmuştur:
“Eğer Muhammed,
bize karşı, ona kendi sözlerinden bâzı sözler katmış ve onları bize isnad etmiş
olsaydı, biz kendisini kuvvetle yakalardık. Sonra da onun şah damarım
koparırdık. Hiç biriniz de onu koruyamazdınız.[129]
Peygamberimiz
(s.a.v.), küçüklüğünden itibaren doğru sözlülüğü ve eminliği ile meşhur olmuş;
kavmi tarafından “es-sâdiku’1-emîn” diye isimlendirilmişti. En azılı
düşmanları dahi, onun çocukluğundan itibaren asla yalan söylemediğini kabul
ederlerdi. Ona iman etmedikleri halde, Ebu Cehil ve müslüman olmadan önce Ebu
Süfyan’m yaptığı gibi, pekçok müşrik onun doğru sözlülüğünden şüphe
etmediklerini itiraf etmişlerdi. Nitekim İslâmiyet’in baş düşmanı Ebu Cehil,
onu doğru ve emin bir kişi olarak biliyor; şahsına değil ancak getirdiği dine
karşı çıkıyordu. Bu gerçeği doğrudan Yüce Allah açıklamış ve onun bu tutumu
hakkında şöyle buyurmuştur:
“Ey Muhammedi.
Onların söylediklerinin seni üzeceğini elbette biliyoruz. Gerçekte onlar, seni
yalanlamıyorlar; fakat o zâlimler, Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.”[130]
Yalancılık gibi,
hainlik, insanların mallarını haksız yere almak vb. kötü huylar da,
peygamberlerde asla bulunmaz. [131]
2. Emânet/ Güvenilirlik
Peygamberlerin emin
olmaları, Allah’ın emir ve yasaklarını kullarına ulaştırmak görevini eksiksiz
yerine getirmeleri demektir. Bütün peygamberler her bakımdan güvenilir
kimselerdir; Allah’ın emir ve yasaklarını, üzerinde en ufak bir değişiklik yapmadan,
indiği şekilde insanlara tebliğ etmişlerdir. Allah’tan başka hiçbir kimseden
korkmayan peygamberler, bu konuda başlarına gelebilecek hiç bir şeyden
çekinmemişlerdir:
“O peygamberler,
Allah’ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka
kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah yeter. “[132]
Sevgili Peygamberimiz,
emânetin önemini vurgularken, e-minliğin imanın ayrılmaz vasfı olduğunu
belirterek şöyle buyurmuştur:
“Emânet ehli
olmayanın imanı da yoktur; ahdine bağlı olmayanın dini de yoktur.[133]
“Gerçek mü’min o
kimsedir ki, insanlar canlan ve mallan hususunda, ondan emin olurlar. “[134]
“Emânet zayi
olunca Kıyameti bekle.”[135]
3. Tebliğ
Tebliğ, peygamberlerin
temel görevlerinden biridir. Mânâsı, peygamberlerin, kendilerine inen vahyi,
hiç bir değişiklik yapmadan ve ondan hiç bir şeyi gizlemeden, olduğu şekilde
insanlara ulaştırmalarıdır, Bu görevlerini yerine getirirken en küçük bir
kusurları dahi düşünülemez. Onlar, tebliğde hiç bir eksiltme veya artırma
yapamazlar. Böyle bir şeyin düşünülemeyeceği, şu âyetten açıkça
anlaşılmaktadır:
“Eğer Muhammed
bize karşı, ona bazı sözler katmış olsaydı, biz kendisini kuvvetle yakalardık.
Sonra da onun şah damarını koparırdık. Hiç biriniz de onu koruyamazdınız.”[136]
Getirdikleri haberler,
insanlar tarafından hoş karşüanmasa da durum değişmez. Her durumda Allah’ın
emirlerini bütünüyle İnsanlara aktarırlar. Nitekim Nuh (a.s.), kavmine şöyle
demiştir:
“Dedi ki: Ey
kavmim, bende bir sapıklık yok, ben âlemlerin rabbi tarafından gönderilmiş bir
elçiyim. Size, rabbimin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum. Size öğüt
veriyorum ve Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum.”[137]
Bütün peygamberler,
tebliğ vazifesini hakkıyla yerine getirmişler, aldıkları ilâhi emirleri
harfiyyen insanlara ulaştırmışlardır. Bu konuda Peygamberimiz’e hitaben şöyle
buyurulmuş-ur:
“Ey Peygamber!
Rabbi’nden sana indirileni tebliğ et; eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini
yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah,
kâfirler toplumunu, doğru yola iletmez. “[138]
Tebliğden ikinci bir
maksat, peygamberlere inanmayan insanların, Kıyamet gününde küfürlerine
mazeret bulmalarını ortadan kaldırmaktır. Çünkü Allah, tebliğ ulaşmayan
insanlara azap etmekten yücedir:
“Biz, peygamber
göndermedikçe, hiç bir kavme azap edecek değiliz,”[139]
“Rabbin,
şehirlerin anası olan Mekke’de onlara âyetlerimizi okuyacak bir elçi
göndermedikçe, ülkeleri helak edici değildir. Ve Biz, halkı zâlim olmadan
ülkeleri helak edici değiliz.”[140]
“Ey Kitap ehli,
elçilerin arasının kesildiği, bir boşluk meydana geldiği sırada size
Peygamberimiz geldi. Gerçekleri açıklıyor ki, yann kıyamette, bize bir müjdeleyici
ve uyarıcı gelmedi, deme-yesiniz. İşte müjdeleyici ve uyarıcı geldi. Allah her
şeye kadirdir.”[141]
4. Fetânet/Zeki ve Üstün Akıllı Olmak
Peygamberler, salim
akıl, üstün zekâ ve keskin anlayış sahibi kimselerdir. Bunun zıddı olan
ahmaklık ve aklî dengesizlik, peygamberler hakkında asla düşünülemez. Bu
takdirde, hitap ettikleri kişileri ikna edemezler ve görevlerinde başarı
sağlayamazlardı.
Allah Teâlâ, İbrahim
(a.s.) hakkında şöyle buyurmuştur:
“Andolsun ki biz,
İbrahim’e önceden, doğru yolu bulma kabiliyetini vermiştik. Zâten biz onun
peygamberliği yüklenebilecek olgun bir insan olduğunu biliyorduk.”[142]
İbrahim’in (a.s.)
Nemrut ve kavmiyle mücâdelesi, onun üstün bir akıl sahibi olduğunu açıkça
göstermektedir. Diğer peygamberlerin tamamı da böyledir. Allah onlara ileri
seviyede bir akıl ve doğruyu bulma kabiliyeti vermiş, onları harikulade bir
zekâ ve ileri görüşlülükle teçhiz etmiştir. Kavimlerini iknada başarılı
olabilmeleri için, onları, insanların en akıllıları, en zekileri ve en keskin
anlayışlıları kılmıştır. Onların bu seçkinliği, peygamber olarak
seçilmelerinin hikmetini teşkil eder. Peygamberlerin akıl, zekâ ve uyanıklık
bakımından bu üstünlükleri, ömürleri ne kadar uzun olursa olsun, vefatlarına
kadar devam eder. Bu, Allah’ın onlara, görevleri dolayısıyla özel bir lütfudur.
Peygamberler,
kendilerini halkın gözünde küçük düşürecek, halkı kendilerinden nefrete sevk
edecek her türlü bedenî ve ahlâkî ayıp ve kusurlardan da uzaktırlar. Bu tür
kusurlardan arınmış olarak yaratılmışlardır. Diğer insanların maruz kaldığı
hastalıklara yakalansalar veya onların başına gelen çeşitli sıkıntılara maruz
kalsalar da, peygamberlerin insanları kendilerinden soğutup tiksindirecek
bedeni rahatsızlıkları ve ayıpları yoktur. Hz. Eyyûb (a.s.) hakkında nakledilen
bu neviden haberler, yerinde ele alınacağı gibi İsrâiliyyattan ibarettir;
dolayısıyla kabul edilmesi mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim’de onun hastalığından
bahsedilen âyette bu türden teferruat bulunmamaktadır:
“Eyyüb’u da
hatırla. O, bir zaman Rabbi’ne ‘Doğrusu ben, bir derde yakalandım, sen
merhametlilerin en merhametlisisin!’ diye duâ etmişti. Biz de duasını kabul
edip yakalandığı derdi gidermiştik.”[143]
5. İsmet/Günahlardan Korunmuştuk
İsmet sıfatı, Allah
Teâlâ’nm, peygamberlerini her türlü günah ve kötülük işlemekten, haram ve
münkerât irtikap etmekten korumuş olmasıdır. Bunun hikmeti, peygamberleri,
insanlar için örnek kılmasıdır. Onlar, her türlü davranışlarıyla, en güzel örneklerdir.
Eğer onlar günahlardan korunmamış olsalardı, kendi yaptıkları hatalardan diğer
insanları sakındırmaları mümkün olmazdı.
Peygamberlerin tamamı,
başta şirk olmak üzere, hırsızlık, yalancılık, dolandırıcılık ve her türlü
ahlâk dışı davranışlardan uzak olarak yaşamışlardır. Allah Teâlâ, bu kutsal
görev için seçtiği elçilerini, her türlü günah ve çirkinliklerden korumuştur.
Peygamberlerin bu kötülüklerden korunması, çocukluklarından itibaren başlar.
Peygamberlik görevine getirilmelerinden önce mevcut olan günahlardan uzak
kalma, kötülükler ve çirkinliklere asla yaklaşmama ve her türlü kötülükleri
terk özelliği, peygamberlikleri döneminde daha kuvvetli bir şekilde devam eder.
İman ve ibadetle olgunlaşan bu sıfatlar, en üstün ahlâk noktasına ulaşmıştır.
Mevdûdî, onların masumiyetinin hikmetini na ulaşmıştır. Mevdûdî, onların
masumiyetinin hikmetini izah eder-ken şöyle demiştir:
“Peygamberlerin
masum olmalarının anlamı şudur; Kendileri insanlığın bütün zaaf ve
kuvvetlerini taşımalarına, her türlü insanî duygu, arzu, istek ve düşünceye
sahip olmalarına rağmen, kasten hiç bir günah işlemeye yeltenmeyecek kadar
nefislerine hakim olup, Allah’tan son derece korkarlar. Vicdanları öylesine
sağlam ve temizdir ki, nefislerinin kendilerini günaha itecek tüm isteklerine
anında karşı koyabilirler. Nefislerini her zaman kontrol edecek güçtedirler.
Şayet istemeden veya farkında olmadan ufak bir yanlışlık yapacak olurlarsa,
Allah tarafından derhal ikaz edilir ve hataları anında düzeltilir. Çünkü bir
peygamberin en ufak hatası, ümmetine pahalıya mal olur. Peygamber doğru
yoldan zerre kadar sapmış olursa, peşinden koşan kitleler tamamen yollarını
sapıtırlar.”[144]
Peygamberlere mahsus
ismet sıfatının tüm işaretlerini, Rasül-i Ekrem’in (s.a.v.) hayatında canlı bir
şekilde görmekteyiz. Cenab-ı Hak, onu yüceltmek ve peygamberlikle görevlendirmek
istediği için, çocukluğundan itibaren Cahiliye’nin bütün çirkinliklerinden
muhafaza etmiştir. O, olgunluk çağına ulaştığında, kavminin en soylusu, en
faziletlisi, insanlara karşı en iyi davrananı, en güzel ahlaklısı, en doğru
sözlüsü, en güveniliri ve insanları kirletecek çirkinliklerden en uzak olanı
olarak biliniyordu. Hatta kavmi, Cenab-ı Hak tarafından onda toplanmış bu
güzel hasletleri dolayısıyla, onu gençlik yıllarından itibaren
“el-emîn” diye isimlendirmişti. Sakin ve üstün bir tabiata sahip
olup, fesatçılık ve bozgunculuk nedir bilmezdi. Kimseyle kavga etmez, hiç kimseye
incitici söz söylemezdi.[145]
Müslümanların
peygamberler hakkındaki inançları bu şekildedir. Buna karşılık, Ehl-i Kitap
adıyla bilinen yahûdîler ve hıristiyanlar, peygamberleri diğer insanlardan
ayırmamışlar ve onların da her türlü günah ve çirkin hareketleri işlediklerini
kabul etmişlerdir. Yahudilerin elinde tahrif edilmiş halde bulunan kutsal
kitaplarında, bâzı peygamberlere nispet edilen öyle çirkin günah ve davranışlar
vardır ki, müşlümanlar bunları okumaktan dahi hicap duyarlar.
Bu tür rivayetler,
yahûdîlerin peygamberler hakkında uydurmuş oldukları iftiralardan ibarettir.
Hıristiyanlara gelince, Hz. İsa (a.s.)’m ulûhİyetine dair inançlarına binâen,
tek raa’sura olarak Hz. İsa (a.s.)’ı kabul ederler, öbür peygamberlerin ise,
hem cinsleri olan diğer insanlar gibi hatalar yapıp, günah işlediklerine
inanırlar. Onlara göre, Hz. İsa (a.s.)’dan başka kurtarıcı ve şefaatçi yoktur.[146]
N. Mucizeler
Mucize, insanlar
arasında sâdece peygamberlerin elinde meydana gelen olağanüstü işlerdir ve
ancak Allah’ın yardımı ile gerçekleşir. Allah lûtfetmedikçe, peygamberler kendi
başlarına mucize gösteremezler.[147]
Allah Teâlâ, peygamberlerine, kâfirleri ikna etmeleri amacıyla,
peygamberliklerini ispat için çeşitli mucizeler vermiştir. Bu mucizeler,
onları gösterenlerin peygamber oluşunun en mühim delilleridir.
Mucizeler metafizik hadiseler
olduğu için akılla kavranılması ve her yönüyle anlaşılması mümkün değildir.
Her peygamberin muhtelif mucizeleri vardır, Kur’ân-ı Kerim, bu mucizelerden
geniş olarak bahsetmiştir. Nuh Tûfan’ı, Hz. Salih (a.s.)’m devesi, Hz. İbrahim
(a.s.)’ın ateşe atıldığı halde yanmaması, Hz. Musa (a.s.)’m asası ve yed-i
beyzâ’sı/beyaz eli, Hz. İsa (a.s.)’ın hastaları iyileştirmesi ve ölüleri
diriltmesi, Rasülullah (s.a.v.)’İn Mirâc’ı bunların en meşhurlarıdır.
Gösterildiği anda orada bulu-nanlarca görülmüş ve hislerle müşahede edilmiş
olan mucizelere “hissî mucizeler”, duyu organlarıyla müşahede
edilemeyip sâdece akılla bilinenlere ise “aklî mucizeler” denmiştir.
Peygamber Efendimizin en büyük mucizesi, ikinci türden “aklî bir mucize”
olup, Kıyamete kadar devam edecek olan Kur’ân-ı Kerim’dir. Kur’ân üzerindeki
yeni araştırmalar, her defasında, bu mucizeligin daha iyi anlaşılmasına
yardımcı olmuş ve daha sonra da olacaktır. [148]